Aralık Sızısı: Mehmet Âkif Ersoy
- İstanbul Türkçesi
- 17 Ara 2023
- 5 dakikada okunur
Altmış üç yıllık ömrünü çileyle doldurmuş, millî mücadelenin timsâli olmuş ve kahraman milletinin istiklâlini her vesileyle haykıran İstiklâl Marşı’nın yazmış Mehmet Âkif Ersoy, 1873 yılının aralık ayında İstanbul'da, Fatih ilçesinde dünyaya gelir. Babası Fatih Medresesi müderrislerinden Tahir Efendi, annesi Emine Şerife Hanım’dır.
Âkif, ele avuca sığmayan bir çocuktur. Çalışkan ama haşarı… Okuldan döner dönmez sokağa fırlayan, ağaçlara tırmanan, kabına sığmayan bir mizaç. O zamanların âdeti gereği eğitimine dört yıl, dört ay, dört günlük iken Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde başlar. Ortaöğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde devam ederken bir yandan da Fatih Camii'nde Farsça derslerini takip eder. Dil derslerine büyük ilgi duyan Mehmet Âkif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca derslerinde hep birinci olur.
Rüştiyeyi bitirdikten sonra aile içinde görüş ayrılığı ortaya çıkar. Emine Şerife Hanım, Hocazade diye hitap ettiği oğlunun sarıklı olmasını, medresede tahsiline devam etmesini isterken, babası Tahir Efendi ise medresede okuyacağı şeyleri, oğluna kendisinin de öğretebileceğini ileri sürerek yeni açılan ve revaçta olan mekteplerden birine gitmesini ister. Sonunda Tahir Efendi'nin dediği olur. Ancak Tahir Efendi mektep ve meslek tercihini oğluna bırakır. Âkif dönemin en gözde okullarından biri olan Mülkiye'yi tercih eder ve babasıyla birlikte kaydını yaptırır.

İlk gençlik yılları da çocukluğu gibidir. Taşkın, ele avuca sığmaz, güçlü, sıhhatli ve enerjik… Pehlivanlarla güreşen, boğazda karşıdan karşıya yüzen, taş yarıştıran bir ilk gençlik ama hep çalışkan, hep erdemli… Mülkiye'nin İdâdî bölümünde üç sene okuduktan sonra diploma alır ve yüksek kısmına kaydolur. Bir sene sonra babası vefat eder. Ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması, aileyi yoksulluğa düşürür. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yapar, aile bu eve yerleşir. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Âkif, Mülkiye İdadisi’ni bırakıp o yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi'ne kaydolur. Âkif bu okulda kendisini derinden etkileyecek bir öğretmenle karşılaşır. İnançlı bir Türk Hekimi olan, Türkiye'ye mikrop bilimini getiren Rifat Hüsamettin Hoca. Çoğu kendisi gibi babasız ve yoksul öğrencilerden oluşan bu okul, Âkif'e sağlam ve bir ömür boyu sürecek dostluklar kazandırır.
Okul yıllarında spora büyük ilgi gösterir; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan'dan güreş öğrenir; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katılır; şiire olan ilgisi okulun son iki yılında yoğunlaşır. Mektebin baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirir.
Mezuniyetinden sonra Mehmet Âkif, Fransızcasını geliştirir, altı ay içinde Kur'an'ı ezberleyerek hâfız olur. Ziraat Bakanlığı’nda başladığı memuriyet hayatını 1913’e kadar sürdürür. 1898 yılında Tophane-i Âmire Veznedârı Mehmet Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlenir; bu evlilikten Cemile, Feride, Suadi, Emin ve Tahir adlı çocukları dünyaya gelir.
2. Abdülhamit rejiminin sert bir muhalifi olarak meşrutiyetin ilanından 10 gün sonra, on bir arkadaşı ile birlikte İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne üye olur. Ancak Mehmet Âkif, üyeliğe girerken edilen yeminde yer alan “Cemiyetin bütün emirlerine, kayıtsız şartsız itaat edeceğim” cümlesinde geçen “kayıtsız şartsız” ifadesine karşı çıkar, “sadece iyi ve doğru olanlarına” şeklinde yemini değiştirir. II. Meşrutiyet’in Âkif'in hayatında en büyük etkisi, meşrutiyetle birlikte yayın dünyasına adım atmasıdır. Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı olur ve derginin ilk sayısında Fatih Camii şiiri yayımlanır. 1913’te kurulan Müdafaa-i Milliye Cemiyeti'nin halkı edebiyat yoluyla aydınlatma amacı güden neşriyat şubesinde Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid, Süleyman Nazif ve Cenap Şahabettin ile beraber çalışır. Şubat 1913’te Bayezid Camii ve Fatih Camii kürsülerinde konuşarak halkı vatanı savunmaya çağırır.
1916 başlarında Teşkilat-ı Mahsusa tarafından Arabistan'a gönderilir. Görevi, bu topraklardaki Arapları Osmanlı'ya karşı kışkırtan İngiliz propagandası ile mücadele etmektir. Lübnan’da yaşayan Mekke Emiri Şerif Ali Haydar Paşa’nın daveti ile 1918’de bu ülkeye giden Âkif, Lübnan’da iken Said Halim Paşa'nın “İslâmlaşmak” adlı eserini Fransızcadan Türkçeye çevirir. Bu dönemde Anadolu toprakları işgale uğramış; milletimiz Kurtuluş Savaşı'nı başlatarak direnişe geçmiştir. Harekete katılmak isteyen Âkif, Balıkesir'e giderek 6 Şubat 1920 günü Zağanos Paşa Camii'nde çok heyecanlı bir hutbe verir. Halkın beklenmedik ilgisi karşısında daha birçok yerde hutbe verir, konuşmalar yapar ve İstanbul'a döner. 24 Nisan 1920 günü Ankara'ya gider. Millî mücadeleye şair, hatip, gazeteci ve siyasetçi olarak katılır. Ankara'ya varışından bir süre sonra ailesini de yanına aldırır. 1920-1923 yılları arasında vekil olarak I. TBMM’de yer alır. Meclis kayıtlarında adı “Burdur milletvekili ve İslâm şairi” olarak geçer.
Aynı dönemde Millî Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ricası üzerine konulan 500 liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği “Milli Marş” yarışmasına, ödülden muaf tutulacağının teminatıyla katılmayı kabul eder. Mehmet Âkif'in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çeker.
12 Mart 1921 Cumartesi günü saatler 17.45’i gösterirken şairin kahraman ordumuza ithaf ettiği İstiklâl Marşı, Milli Marş olarak ayakta alkışlanarak kabul edilir. Daha sonra söz verildiği halde 500 liralık ödülün zorla takdim edilmek istenmesi Âkif’i çok üzer. Şiddetle reddetmesine rağmen, para kendisine neredeyse zorla verilir, Mehmet Âkif ise parayı hemen Sarıkışla hastanesindeki yaralı gazilere bağışlar. Bunu yaparken borç içindedir ve Ankara’nın soğuğunda giyebileceği bir paltosu bile yoktur.
İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Âkif, 1922 yılında sağlık gerekçesi ile milletvekilliğinden istifa eder. Bir süredir kendisini Mısır’a davet eden Mısır Hıdivi Abbas Halim Paşa'nın davetine uyar ve böylece kışlarını Mısır’da geçirmeye başlar. Âkif, gitmeden önce Kur'an'ın mealini hazırlamak için Diyanet İşleri Başkanlığı ile anlaşma imzalar.

En ünlü eseri Safahat 1924 yılında Türkiye'de basılır. Birkaç sene yazları İstanbul'da, kışları Mısır'da yaşayan Mehmet Âkif, 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmez. Kahire yakınlarındaki Hilvan'a yerleşir. Burada adeta inzivaya çekilerek Kur'an-ı Kerim meali üzerinde çalışmayı sürdürür ancak ülkesinde Türkçe ezan-ibadet projelerinin hayata geçirileceğini öğrenince kendi çalışmasının bu projede kullanılmasından çekinerek 1932’de mukaveleyi fesheder. Diyanet İşleri Başkanlığı böylece hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi'ye verir. Âkif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan Efendi'ye teslim eder ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat eder.
“Dış yüzüm böyle ağardıkça ağarmakta, fakat
Sormayın iç yüzümün rengini: Yüzler karası!
Beni kendimden utandırdı hakikat, şimdi
Bana hiç benzemeyen sûretimin manzarası.”
63 yıl daima sıkıntı ve çileyle dolu bir hayat süren yorgun vücudu isyan eder Âkif’in. O yıllarda müderrislik yapmakta olduğu Mısır’da çok sıkılan ve oralarda can vermek istemeyen Mehmet Âkif, İstanbul’a döner. Kısa bir süre sonra hastalığa yenik düşerek 27 Aralık 1936 akşamı Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nda hayata gözlerini yumar ve ertesi gün Beyazıt Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Mezarlığı’na defnedilir.

Âkif’in cenazesi için resmî bir tören hazırlanmaz. Cenaze törenine katılan Midhat Cemal Kuntay ise Beyazıd meydanındaki dakikaları şöyle anlatıyor: “Cenaze Beyazıd’dan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü, biraz sonra çıplak bir tabut geldi. Bir fukara cenazesi olmalı dedim. O anda Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım.”
“Hepsi göçmüş, hani, yoldaşlarının hiçbiri yok!
Sen mi kaldın yalnız kafileden böyle uzak?
Postu sermekse meramın yola, serdirmezler
Hadi, gölgenle beraber silinip gitmene bak!”
Âkif, muhtaç olduğu, maddî sıkıntı çektiği zamanlarda bile paraya hiç önem vermez. Mısır'da Prens Abbas Halim Paşa'nın misafiri olarak yaşadığı yıllarda, yirmi bin lira gibi, o gün için çok büyük bir para olan emekli ikramiyesini bile hükümete müracaat edip almaz. O sadece Mısır'da değil, Millî Mücadele yıllarında, Ankara'da milletvekili iken de böyle yaşar. Yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay o günleri şöyle anlatır:
“Hiç unutmam, Âkif bir akşam bizi, Ankara'da evine çay içmeye çağırmıştı. Biz tam ona gitmek üzere iken o, koşa koşa geldi, dedi ki:
-Akşam çayını sizde içeceğiz.
Ben tabiî buna memnun oldum. Fakat sebebini öğrenmek istedim. Sordum. Gülerek dedi ki:
-Bizim odanın kilimini bir fakire vermişler.
O oda ki, mefrûşatı zâten tek kilimden ibaretti ve o tek kilimi bir fakire veren de aslında kendisiydi.”
Commentaires